Yollar ve mesafelerle imtihanım sürüyor. Her gün en az iki saatim yolda geçiyor. İstanbul içinde iki uç denebilecek ilçe arasında her gün gidip geliyorum, araya giren köprü de cabası. Sakın bu durumdan şikâyetçi olduğum anlamı çıkmasın, en nihayetinde kendi tercihim ama vaka da bundan ibaret.
Yolda geçen zamanı değerlendirmek amacıyla ilk yolculuğumdan itibaren birçok şey denedim. Müzik ve radyo dinledim, nefes egzersizleri yaptım, diksiyon çalıştım, yabancı dil gelişimi için İngilizce yayınlar takip ettim. Kendi kendime konuştum ve dahası tamamen sessiz kaldığım yolculuklar oldu. En nihayetinde hepsinden sıkıldım ve devam edemedim. Başka bir şey bulmalıydım. Aksi halde bu en az 2 saatlik zaman dilimi bir türlü geçmek bilmeyecekti. Bir şey bulmalıydım ama ne?
Bir gün telefonu kurcalarken, daha önce mesaj kutuma atılmış ve izlemeyi ertelediğim bir programın videosuna gözüm çarptı. Neymiş acaba diyerek videoyu açtım. Programİhsan Fazlıoğlu’na ait bir seminerin kayıtlarıydı. Dinlemeye başladım ve: ‘tekrar çaldım, sonra tekrar çaldım, sonra fark ettim ki çalmadan yapamaz olmuşum…’(*) Başka hangi videosu hangi dersi varmış, bunu da dinleyeyim bunu da bunu da derken internete yüklenmiş olan tüm video ve ders kayıtlarını dinledim. Bazı kayıtlarını ise tekrar tekrar dinledim. Artık yollar sıkıcı gelmiyordu. İş bitse de bir an evvel yola koyulsam diye iş çıkış saatini bekliyordum. Dinledikçe en başında yabancı olduğum isimler ve kavramlar yavaş yavaş aşina gelmeye başladı. Davud-i Kayseri, Siraceddin Urmevi, Taşköprülüzade… Anlama gücümün günden güne arttığını hissediyordum fakat videolar yetmemeye başlamıştı. Ossaat aklıma kitaplığımı karıştırmak geldi. Tam 5 yıl önce Fazlıoğlu’na ait iki kitabı almış fakat kendimi zorlasam da okuyamamış, ‘Her kitabın bir zamanı vardır’ diyerek demlenmeye bırakmıştım.
İşte şimdi tam zamanıydı. Kendini Aramak ve Akıllı Türk Makul Tarihisimli kitaplarını ara vermeden okudum. Bir ok sayfaya daha sonra okumak üzere işaret bırakma gereksinimi hissettim. Kitaplarla seminerler paralel gidiyor, birbirini tamamlıyordu.
Böyle bir ruh hali içerisinde bir iş çıkışı eve dönüyordum. Yolumun üzerinde ünlü kitapçı zincirinin bir şubesi vardı. Önünden geçerken aklıma içeri girip felsefe bölümünü biraz karıştırmak geçti. Felsefe-Düşünce bölümüne yöneldim ve taramaya başladım. Kimler kimler vardı; Kant, Heidegger, Marx, Adorno, Platon, Aristo… Ama sanırım doğru soru ‘kimler yoktu?’ olacaktı. Türk ya da Müslüman diyebileceğim tek isim Halil Cibran’dı. Canım sıkkın, eve döndüm. Lisansta aldığım felsefe dersinde ders kitabı olarak işlediğimiz Macit Gökberk’e ait Felsefe Tarihi kitabını incelemeye koyuldum. Koca kitapta İslam Felsefesine ayrılan bölüm sadece 4 sayfaydı! Sonradan bunun çok bile olduğunu bazı tarih kitaplarında 2 sayfaya 1 sayfaya kadar indiğini dinledim. Mesele nereden baksanız hayal kırıklığı. Felsefe tarihi ya da düşünce tarihi olarak anlatılan şey aslında Avrupa’nın düşünce tarihi. Ama adamlarda kabahat yok. En nihayetinde kendi zaviyelerinden yazıyorlar ve kendi toplumlarını dizayn ediyorlar. Asıl sıkıntı bizim bu durumu şeksiz şüphesiz kabullenmiş olmamız.
Yine Fazlıoğlu’nun dinlediğim bir programında mealen belirttiği gibi ‘biz batıdan daha çok batıcıyız, batı kendi düşüncesini bizim onlarınkini savunduğumuz kadar hararetle ve bağlılıkla savunmuyor.’
(*) Sagopa Kajmer- Denklemli İntro (Albüm: Bir Pesimistin Gözyaşları/2001)
Comments